6 Ocak 2017 Cuma

Taşpınar Kasabası

TARİHİ :
          Tarihi kaynaklarda Taşpınar’ın ilk kez Yavuz Sultan Selim zamanında Azerbaycan’dan gelen bir Türk kavmi tarafından tahmini 1515 yılında kurulduğu, ancak iklimin elverişsizliği nedeni ile köyü terk ettikleri ve Karapınara bağlı Hotamış’a yerleştikleri, boşalan Taşpınar’a ise daha sonraları Hasan dağı eteğindeki Tokarız köyünden gelenlerin yerleştikleri bilinmektedir.






















                                                                                                      
Taşpınar 1960

COĞRAFİ KONUMU :

         Kasaba 1113 rakımlı Aksaray ilinin güney kısmında 27 nci km de önceleri içinden geçen sonraları kenarına alınan E90 Devlet Karayolu güzergahında, iki tepenin arasına yayılmış, şimdilerde ise kasaba önünde bulunan düzlüğe doğru genişleyerek yerleşim alanını oluşturmuştur. Taşpınar 1957 yılında belediye statüsüne kavuşmuş olup 2000 yılı nüfus sayımına göre nüfusu 3589 dur. Ankara- Adana yolunun tam ortasında olması nedeni ile ulaşım sorunu yoktur.



EKONOMİSİ :

          Kasabanın geçim kaynakları tarihi Taşpınar halısı, Tarım ve hayvancılıktır. Ayrıca Aksaray’ımızın sanayi bakımından can damarı olan Organize Sanayi Bölgesi kasabamız sınırları içerisinde olduğundan, son yıllarda insanlarımız buradaki fabrikalarda çalışarak geçimlerini temin etmektedirler.




Kaynak:www.taspinar.bel.tr

3 Ocak 2017 Salı

Genç Osman Destanı

Genç Osman Destanı, 17. yüzyılda Kayıkçı Kul Mustafa tarafından yazılan ve Türk halk edebiyatının en önemli epik eserlerinden biri sayılan duygusal koçaklamadır. Yapıtta Osman adındaki genç bir yeniçerinin savaş sırasındaki yiğitliği ve ölümü anlatılmaktadır.

Yapıtın öyküsü ve Türk edebiyatı açısından önemi

Genç Osman'ın Dicle'ye düşerek ölmesi üzerine dönemin padişahı; IV. Murat'ın da çok üzüldüğü söylencesi vardır.
Osmanlı geleneğinde yapılan savaşların ardından özellikle Yeniçeri kökenli ozanların zafere dair şiirler söylediği bilinmektedir. Genç Osman Destanı da bu şekilde söylenen bir Türk halk edebiyatı ürünüdür. Bu epik şiir; Bağdat Seferi'nden sonra yazılmıştır; yine aynı savaşın ardından Demircioğlu gibi döneminin önemli halk ozanları da değişik destansı şiirler söylemiştir. Hatta otoriteler tarafından Türk halk edebiyatının en önemli ozanlarından biri gösterilen Karacaoğlan da bir Genç Osman Destanı yazmış ancak bu destanların hiçbiri Kul Mustafa'nın destanı kadar yaygınlık kazanamamıştır. Karacaoğlan'ın şiiri ancak 1970'de ortaya çıkarılabilmiştir. Genç Osman Destanı; yazıldığı dönemden itibaren toplum tarafından kabul görmüş ve halk rivayeti kıyafetine bürünmüştür. Ayrıca bu destanın türkü haline getirildiği de bilinmektedir. Genç Osman Destanı, ozanın geniş halk kitleleri tarafından tanınmasını sağlamıştır.
Bağdat Seferi'nin 1639'a dek sürmesi; şiirin bu yıllarda söylendiği sonucunu doğurmaktadır. Bu eser; Bayburtlu Zihni'nin "Hart Destanı" ve Razi'nin Şeyh Şamil Destanı gibi eserlerle birlikte; Âşık Halk Edebiyatı'nın en önemli epik eserleri arasındadır. Ayrıca eser Türk edebiyatı araştırmaları açısından da önemli bir yere sahiptir. Fuat Köprülü'nün Kayıkçı Kul Mustafa ve Genç Osman Hikayesi eseri, halk hikayelerinin oluşum evrelerini takip etme ve anlamlandırma stratejisinin uygulandığı model eserlerden biri olarak bilinmektedir.
Genç Osman Destanı, Bağdat kuşatması sırasında bir müfreze komutanının yaptığı hücumla birlikte; Osman adlı bir gencin büyük kahramanlıklar gösterip; daha sonra kaleden atılan bir okla yaralanarak Dicle'ye düşmesi ve burada ölmesini anlatan bir olay örgüsüne sahiptir. Osman'ın ölümüne padişah IV. Murat dahil tüm ordunun üzüldüğü rivayet edilmektedir. Hatta Sultan Murat'ın Genç Osman'ın ölümü üzerine: "Keşke Bağdat gibi kaleyi fethetmeseydim de Genç Osman’ım ölmeseydi." dediği söylencesi hakimdir. Ayrıca, olayın geçtiği dönemin padişahı olan IV. Murat'tan iki saltanat önce gelen ağabeyi II. Osman'ın da Genç Osman olarak bilinip; Yeniçeri isyanı sırasında öldürüldüğü gerçeği vardır. Bu da bahsi geçen olayın aslen; anıştırma yoluyla II. Osman'ın öldürülmesi olayıyla bağlantılı olabileceği olasılığını doğurmaktadır. Aksaraylı Genç Osman hakkında başka ozanların da şiirler yazması; bu olasılığı azaltsa da; bazı kaynaklarda Kayıkçı'nın Küçük Murat Reis'le Cezayir'deyden II. Osman'nın öldürüldüğü ve bunun Kayıkçı'yı önemli ölçüde etkilediği bilgisi mevcuttur.

Kaynak:Wikipedia.org-Gençosmandestanı

26 Aralık 2016 Pazartesi

Pîr Ali Aksarâyî

Hayatı ve eserleri hakkında bilgi: (ö. 945/1539)
Bayramî Melamiliği’ne mensup sûfî. Müridlerinden Abdurrahman el-Askerî şeyhinin 945’te (1539) altmış üç yaşında öldüğünü kaydeder (Erünsal, s. 200). Bu bilgiden hareketle onun 882 (1477) yılında doğduğu söylenebilir. Kaynaklarda Aksaray’da dünyaya geldiği belirtilir. Abdülbaki Gölpınarlı, Aksaray’da bulunan türbesindeki mezar kitabesine dayanarak asıl adının Bahâeddin Ali olduğunu yazarsa da (Melâmîlik ve Melâmîler, s. 45) Bayramî Melâmîliği’ne dair kaynaklarda adı Alâeddin Ali şeklinde kaydedilmiştir. Abdurrahman el-Askerî onun halk arasında Sultan Pîr Ali diye tanındığını belirtir (Erünsal, s. 200). Bayramî Melâmîliği geleneğinde Ömer Dede Sikkînî ve Bünyamin Ayaşî’den sonra kutbiyyet makamına geçtiği kabul edilen Pir Ali Aksarayî’nin gençlik yılları ve mürşidi Bünyamin Ayaşî’ye nasıl intisap ettiği konusunda bilgi yoktur. Kaynaklarda onun İbrâhim b. Ethem’i kastederek, “Benim devrimde yaşamış olsaydı hükümdarlığı terketmesine izin vermezdim. Sadık bir müridin dünya saltanatını terketmesi gerekmez”, ve “Cennetin dört ırmağı benim hanemde mevcuttur” dediği, ayrıca mehdilik davası güttüğü gerekçesiyle Kanunî Sultan Süleyman’a şikâyet edildiği belirtilir. Rivayete göre durumu tahkik etmek için bir heyet gönderilmiş, fakat bir sonuç alınamamış. Kanunî Sultan Süleyman İran seferine çıktığında konuyla bizzat ilgilenmiş ve tebdil-i kıyafet Pir Ali Aksarayî’yi ziyaret etmiş, sohbet sırasında kendisinden zuhur eden bazı olağan üstü hadiseler sonunda onun büyük bir veli olduğunu anlayarak kendisini İstanbul’a davet etmiş, bunu kabul etmeyince oğlu İsmail Maşukî’yi göndermesini istemiştir (Sarı Abdullah Efendi, s. 246-249; Lalîzade, vr. 133b-134b; Müstakimzâde, vr. 10b-11b).

Bu görüşmenin ardından İsmâil Maşûkî’yi İstanbul’a gönderen Pîr Ali Aksarâyî’nin altı ay kadar sonra vefat ettiği kaydedilir. Atâî ve Müstakimzade onun ölüm tarihini 934 (1528) olarak verirler. Abdülbaki Gölpınarlı mezar kitabesinde yer alan “es-saîd eş-şehîd” ibaresinden hareketle mehdîlik iddiasıyla şehid edildiğini ifade etmekte (Melâmîlik ve Melâmîler, s. 45), Ahmet Yaşar Ocak da bu görüşe katılmaktadır (Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, s. 271-272). Ancak Abdurrahman el-Askerî’nin Mirâtü’l-Işk’ında onun ölüm tarihi ve ölüm şekli şüpheye mahal bırakmayacak açıklıkta ortaya konulmuştur. Buna göre Pir Ali Aksarayî, 26 Şâban 945 (17 Ocak 1539) tarihinde Kayseri’de halifelerinden Dedemzade Hacı Hayreddin’in evinde vefat etmiş, cenazesi vasiyeti üzerine Aksaray’a götürülerek türbesinin bulunduğu yere defnedilmiştir (Erünsal, s. 200).

Kendisinden bahseden eserlerde yer alan ifadelerden Pîr Ali Aksarayî’nin geniş bir nüfuza sahip olduğu ve ona çok sayıda kişinin intisap ettiği anlaşılmaktadır. Dünyevî meseleler konusunda kendisine danışmak için hristiyan ahaliden gelenlerin varlığı şöhretinin oldukça geniş bir çevreye yayıldığını göstermektedir. Mirâtü’l-ışk’ta onun feyiz ve tasarrufundan etrafında bulunan herkesin istifade ettiği belirtilmektedir. Melâmî geleneğinde “Hakîkat-i Muhammediyye”nin vârisi ve keramet sahibi bir şahsiyet olarak nitelendirilen Pir Ali Aksarayî’nin (Sarı Abdullah Efendi, s. 246; Müstakimzâde, vr. 10b) son derece güçlü bir cezbeye sahip olduğu ve bazan günlerce kendinden geçmiş bir halde kaldığı ifade edilmektedir (Erünsal, s. 187-188). Vahdet-i vücut onun tasavvuf anlayışının temelini oluşturur. Ona göre insan-ı kâmil gerçek evliyadır, insan-ı kâmile muhabbet ise zata muhabbettir (a.g.e., s. 198).

Mir’âtü’l-ışk’ta Pîr Ali’nin tasavvuf anlayışında şeriatın çok önemli bir yeri olduğu ve bu çizginin dışına taşmaya izin vermediği ısrarla vurgulanır. Kendisi çevresindekileri bu konuda sık sık uyarmış, “Erenler, şeriatın dışında olan bizden değildir dediler, bu fakir dahi böyle deriz, şeriatın dışına çıkanı iki gözümün biri dahi olsa çıkarırım, tarikime ilhat karıştığını istemem” diyerek (a.g.e., s. 112, 194) bu konudaki hassasiyetini ortaya koymuştur. Muhabbet ve sohbete çok önem vermiş, sohbetlerinde sık sık aşkı işlemiştir. Ona göre benimsedikleri yol aşk yoludur ve bu aşkın serçeşmesi Hz. Ali’dir (a.g.e., s. 193). Sohbetlerinde tasavvufî eğitimde edebin rolünü sıkça dile getiren Pîr Ali’ye göre dervişliğin temeli edeptir. Edebe ulaşmanın yolu ise hoş olmayan fiillerden, nefsin kötülüklerinden kaçınmak ve fâni olan bu dünyaya iltifat etmemektir (a.g.e., s. 78). Dervişlik yokluk, hiçlik, tevazu ve meskenettir. Bu hasletlere benlik duygusunu, kibir ve kini gönülden atmakla sahip olunur (a.g.e., s. 88). Pîr Ali Aksarayî, melâmet yolunun gereği olarak dervişlerinin taç ve hırka giymelerine izin vermemiş, onların birer sanata sahip olarak halk içinde çalışmalarını istemiş, tekke ve hankah kurmayı da kabul etmemiştir (a.g.e. , s. 196). Bizzat kendisinin çiftçilikle meşgul olduğu bilinmektedir.

Bayramî Melâmî silsilesi Pir Ali Aksarayî’den sonra oğlu İsmail Maşukî ile devam etmiştir. Silsilesi, İsmail Maşukî’den sonra kutbiyyet makamına geçen Ahmed Sârbân’ın mensuplarından Şeyh Gazanfer’e ulaşan Emîr Osman, İsmail Maşukî’nin kutbiyyetinden söz etmeksizin silsilede Pir Ali’den sonra Sarban Ahmet’in ismini verir (Tarikatname, vr. 32a-b). 939 (1532-33) yılında İstanbul’a gönderdiği Baba Hasan, Nebî Sûfî, İstanbul’da Bozdoğan Kemeri altında tekkesi olan damadı Yakup Helvâî, Şeyh Ahmet, Kayseri’de bulunan Ahî Baba, Mehmet Abdal ve Dedemzade Hacı Hayreddin, Nalıncı Mehmet Dede, Pir Ali’nin Mirâtü’l-Işk’ta adı geçen dervişleri arasında sayılabilir.
Haşim Şahin  
Kaynak: T.D.V. İslam Ansiklopedisi, 34. cilt.

Pir Ali Aksarayi (k.s.) 

Bayrami- Melami yolunun en güçlü şahsiyetlerindendir. Anadolu’nun merkezinde aşk, cezbe ve irfan tohumlarını eken Pir Ali, Bünyamin Ayaşi’den sonra Bayrami – Melami yolunun riyasetine geçmiştir. Onun zamanında Melamilik yolu çok yayılmış ve çok insan kendisine intisap etmiştir. Her kesimden insanın hürmetini kazanan, çok güçlü bir şahsiyet ve nafiz bir nazara sahiptir.
Aksarayi, melamet yolu gereği dervişlerine taç ve hırka giydirmez, onların birer sanata sahip olarak halkın içinde çalışmalarını isterdi. Sanata kabiliyeti olmayanları ise ziraatla meşgul olmalarını isterdi. Sûlükte aşk ve cezbe yolunu benimseyen Pir Ali Hazretleri’nin şer’i hususlarda son derece ihtiyatlı olduğu ve müritlerini onları delalete sürükleyecek kişi ve düşüncelerden uzak durmaları konusunda uyardığı kaydedilmektedir.
Sultan Süleyman Han İran’a sefer yaptığı sırada Pir Ali hazretlerine bazı hasetçiler iftira atıp; “Aksaray’da bir kimse Mehdilik davasında bulunuyor.” demişlerdir. Bunun üzerine Padişah araştırılmasını, durumun öğrenilmesini emretti. Bazı kimseler aleyhinde idiler. Durumu soruşturmak üzere kurulan mecliste, Pir Ali hazretleri, aleyhinde bulunanlara bakıp celâlli bir şekilde; “Bizim aleyhimizde bulunan siz misiniz?” diye işaret etti. Aleyhinde bulunanlardan biri orada düşüp öldü. Diğeri de istifra etmeye başladı. Ağzından pislik geldi. Mecliste bulunanlar onun heybetinden korkup, bu hususta soruşturmadan vaz geçtiler.
Padişah Aksaray’a uğradığında ziyaret edip; “Sizi bize yanlış anlatmışlar. Hamdolsun sohbetinizle şereflendik.” dedi. Pir Ali hazretleri de ” Devletlü padişahım bu fakire isnat olunan şeyler nedir? ” diye sorar, padişah ; ” Dediklerine göre sen ‘Mehdiyim, cennetin dört ırmağı da bendedir’ diyormuşsun.
Pir Ali hazretleri ” Şevketlü Padişahım, zamanın mehdisi zatınızdır. Cennet ırmaklarından muradım ise, hanemizin önünde akıp giden tatlı su, birkaç sığır ve davarımızdan elde ettiğimiz süt ve kovanlarımızın balıdır” diyerek padişahın huzuruna balı, süt ve su getirip ikram eder. Padişah bunları içtikten sonra latife olarak ” Bunlar pek güzel, lakin dört ırmaktan şarap ırmağı eksik, onun numunesi olarak da bağınız yok mu diye sorunca? ” . Pir Ali hazretleri de ” Şarap ırmağında numunesi aşk-ı Yezdan ve cezbe-i Rahmandır. Bu aşk ve cezbeyi ise taliplere sunmaktan çekinmeyiz. ” der. O sırada ayakta duran ve Pir Ali’nin sözlerini can kulağıyla dinleyerek kendisine karşı muhabbet besleyen Pertev Paşa’ya nazar edince paşa ” Allah! ” diyerek cezbelenir, yere düşüp kendinden geçer. Padişah ise teessür ile ağlamaya başlar.
Padişah onun büyük bir veli olduğunu görüp, hürmet etti ve duasını aldı. Acem seferinden sonra dönüşte yine ziyaretine geldi.
Bu ziyareti sırasında Sultana şöyle nasihat etmiştir: “Allahü Teâlâ senden adâletle iş yapıp yapmadığını soracak. Bu bakımdan adâletle iş gör. Bundan başka yol yoktur. Eğer âdil olursan, bu dünya da senindir, ahiret de. Adâletle hareket edersen sultanlık tahtı daima senin olur. Boşuna ömür geçirme, kendine kötülük etme. Zulme uğrayanların hakkını zalimlerden al. Böyle yapmazsan perişan olursun. Peygamberleri düşün, dini gözünün önüne getir! Fena bir yol tutarsan, Allahü Teâlâ seni baş aşağı eder de, şaşırıp kalırsın. Nasıl oldu nereden geldi der düşünürsün.
Sen Peygamber Aleyhisselamın yolunu tut. O zaman gecen de gün gibi aydınlık olur. Git adâlet tohumu ek de, her iki âlemde mahcup olma. Mazlumların nefesi kılıç gibidir. Mülkünü viran ederler. Buna sebep olma. Allahü Teâlâya karşı isyan edenleri Cehennem ateşine atarlar.
Bak düşün bir kere binlerce hükümdar toprak altında yatıyor. Git din erbabına yardımcı ol. Çünkü bu dünya fânidir. Bu nasihatlarımı bir inci gibi kulağına küpe yap.”
Bu nasihatları dinleyen Padişah çok ağladı. Pir Ali Sultan hazretlerine pek çok mülk ve tarla bağışlamak teklifinde bulundu. Fakat o kabul etmedi. Bunun üzerine oğlunu İstanbul’a yanına göndermesini istedi. Sultanın bu arzusunu kabul edip; “Şevketli Padişahım! Oğlum İsmail Hak yoluna kurban olmaktan dönmez. Onu size göndereyim.” dedi. Padişah İstanbul’a döndükten sonra Pir Ali hazretleri oğlu İsmâil’i ve birkaç müridini İstanbul’a gönderdi. Altı ay sonra da Pir Ali hazretleri vefat etti. ( h. 937 / 1537-38)
Pir Ali hazretleri İsmail Maşuki’den başka; Pir Ahmet Edirnevi’yi, Helvai Yakup Efendi’yi, yeğeni Şeyh Hasan’ı ve Ahmet Sarban’ı yetiştirip insan-ı Kamil olmalarına vesile olmuştur.
Pir Ali hazretlerinin, bugün dahi halk arasında çok saygın bir yeri vardır. Menkıbeye göre türbesinin etrafında densizlik yapan bir düğün alayı taş kesilmiştir. Bugün dahi halk, evlerini inşa ederken türbe tarafına açık pencere bırakmamakta, Pir ali hazretlerine derin bir saygı duymaktadır.
Pir Ali hazretlerinin türbesi; Aksaray’ın Paşacık mahallesinde, duvarları ve kubbesi taştandır. Türbenin içerisinde üçü sandukalı, dördü toprak örtülü yedi yatır vardır. Rivayete göre bu sandukalardan bir oğluna diğeri de hanımına ait. Ortadaki büyük sanduka Pir Ali hazretlerine aittir. Türbenin kapısı sürekli kapalıdır.



Kaynaklar;
Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliya, Kitabevi yayınları, 2013
Baki Yaşar Altınok, Hacı Bayram veli ve Bayramilik Melamilik, Ahi yayınları
Lalizade Abdulbaki Efendi, Aşka ve âşıklara Dair / Melami Büyükleri, Furkan Yayınları
Abdülbaki Gölpınarlı, Melamilik Ve Melamiler, Milenium Yayınları, 2011
Abdurrezzak Tek, Melamet Risaleleri, Emin Yayınları, 2007
Mehmet Hakan Alşan, Anadolu Erenleri Melamet Hırkası, Kurtuba Yayınları, 2012
Tarık Velioğlu, Osmanlı’nın Manevi Sultanları, Ufuk Yayınları
Türkiye Gazetesi, Orta Anadolu evliyaları

Pir Ali Aksarayi (k.s.)
Aksaray - Taşpazar mahallesinde, Taşpazar caddesi ile Pir Ali sultan caddesinin kesiştiği yerde.


9 Ekim 2016 Pazar

Genç Osman Destanı

Yiğitlere Serdar Olan Aksaray’lı Genç Osman

''Bağdat’ın kapısın Genç Osman açtı,
Gören kâfirlerin tebdili şaştı.
Kelle koltuğunda üç gün savaştı,
Şehitlere serdar oldu Genç Osman.''

Böyle diyor, Âşık Kul Mustafa. Genç Osman’la birlikte savaşa girmiş onu oğlu gibi bağrına basmış, onun kılıç hocalığını yapmış yiğit Kul Mustafa.
Yıl 1621, Aksaray’ın Dorikini Köyü'nde bir yiğit doğar. Adını Osman koyarlar. Daha on yaşına girmeden babasını kaybeder ve onu dul anası büyütür. Aksaray’lı güreşi sever, Osman da akranları ile güreş tutar, ok atar, kılıç sallar, mermere yumruk atar, atar ki, çivi gibi genç olup çıkar. Akranları onunla güreşmekten çekinmektedirler artık.

Yıl 1638, kendi gibi yiğit olan padişah 4. Murat Han, Orduyu Hümayunla Aksaray’a gelir ve Cuma namazını kendisi kıldırır. Aksaraylılara ilan eder ki Orduyu Hümayuna katılmak isteyenler varsa gelsin yazılsın! Gençler çığ gibi orduya katılmaktadır. 4. Murat Han bu manzaraya çok sevinir ve Aksaraylılara teşekkür eder.

Bu arada, Genç Osman da orduya yazılmak için müracaat eder, fakat yaşının küçüklüğü dolayısıyla orduya alınmaz. Kısa zamanda toplanan ordu Bağdat’a doğru yol alır.

Genç Osman gizlice orduya karışır. Bağdat’a yaklaşıldığı sırada padişah orduyu denetlemek ister, bakar ki; bıyıkları terlememiş bir genç de orduda bulunmaktadır.

—Adın ne senin?
—Osman Efendim.
—Niçin katıldın orduya, bıyıkların bile yok. Bizde bıyıklarında tarak durmayan kişi orduya alınmaz, duydun mu?
—Duydum efendim.
—Pekiyi, öyleyse niçin katıldın orduya, git! Ananın koynuna çocuk.

İşte bu lafa alınmıştı Aksaraylı Genç Osman. Padişaha dönerek;

—Tarağınızı verir misiniz ?
—Padişah kızgınlıkla, tarağını verdi.

Osman tarağı aldı iki eliyle dudağının üzerine bastırdı. Kan yürümüştü ve padişaha dönerek;

—İşte benim bıyığımda da tarak duruyor. Şimdi orduya girebilirmiyim dedi.
4. Murat o sert denen kişi oturdu hüngür hüngür ağladı ve Osman’a dedi ki:
—Senin adın Genç Osman olacak ve seni öncü gazilere Serdar eyledim. Var git lalaya ismini yazdır ve tarağı da bana ver, ömrüm boyu saklayacağım. Haydi gazan geçmiş olsun benim yiğit oğlum.

Bir hafta sonra, bir Cuma sabahı, Genç Osman öncülerin başında şimşek gibi kılıç kollamakta idi ve Bağdat Kalesine süzüldü. Ha bire koman yiğitlerim. Yiğitler vurdukça kırar, kırdıkça kırar düşmanı. Bağdat kapıları dayanamaz bunca savaşa. Açar kapıları Türk Ordusuna. Genç Osman, Sancağı Şerifi kaptığı gibi Bağdat Kalesi'nin en ince noktasına diker. Diker ki beş altı ok yer ve olduğu yere yığılır kalır, kelime-i şahadet getirir ve olduğu yerde can verir. Kayıkçı Kul Mustafa koşarak gelir ki ne görsün, Genç Osman’ın hain düşman tarafından parçalanmış körpe başını görürler. Oturur, Kayıkçı Kul Mustafa; Meşhur Genç Osman destanını yazar. Murat Han, Genç Osman’ın öldüğünü duyunca üzülür ve tarihe geçecek sözü söyler, “Keşke Bağdat gibi kaleyi fethetmeseydim de Genç Osman’ım ölmeseydi”.

Böyle bir yiğit Aksaray’da doğmuş, Bağdat’ta şehit olmuş, o nedenle; Destan türküsü de Aksaray’da yaşamıştır. 700 yıl sonra TRT’ye Aksaraylı birisinin vermesi elbette doğrudur.

İptida (evvela) Bağdad’a sefer olanda
Atladı hendeği geçti geçti Genç Osman
Vuruldu sancaktar kaptı sancağı
İletti bedene dikti Genç Osman

Eğerleyin kıratımın ikisin
Fethedeyim düşmanların hepisin
Sabah namazında Bağdat Kapısın
Allah Allah deyip açtı Genç Osman

Sultan Murat eydür gelsin göreyim
Nasıl yiğitmiş ben de bileyim
Vezirlik isterse üç tuğ vereyim
Kılıcından al kan saçtı Genç Osman

Kul Mustafa karakolda gezerken
Gülle kurşun yağmur gibi yağarken
Yıkılası Bağdat seni döğerken
Şehitlere serdar oldu Genç Osman

28 Ağustos 2016 Pazar

Sultan Hanı


Konya-Aksaray yolu üzerinde Aksaray’dan 42 km. Aksaray iline bağlı Sultan Hanı Kasabası’nın içindedir Sultan Hanı’nın kitabelerinde çok açık bir şekilde I.Gıyaseddin Keyhüsrev oğlu I.Alaüddin Keykubat tarafından inşasına H.626 M.1228-29 yılında başlamak suretiyle yapılmış olduğu kesindir.
Sultan Hanı açık ve kapalı kısımları avlunun ortasında bulunan köşk mescidi ile “Sultan Hanı” tipindeki kervansarayların en büyüklerinden biridir. Yapının köşelerinde ve bütün duvarlarının dışında büyük sık istinat kuleleri inşa edilmiş yirmi dört adet payanda bulunmaktadır. Kervansarayın taç kapısının da bulunduğu kuzey-doğu cephesinde çapraz tonozla örtülü giriş eyvanının iki yanında birer kapı ile avluya açılan ve avluya paralel tonozlarla örtülü üç mekan daha mevcuttur. Avlunun kuzey batı cephesi avluya dik tonozlarla örtülü birbirine kemerlerle bağlı iki sıra ayağın meydana getirdiği bir revak şeklindedir. Açık kısım ortasında dört kalın ayağa oturan kemerler üzerine inşa edilmiş bir köşk mescit bulunan avlu ile etrafına dizilmiş çeşitli mekanlardan meydana gelmektedir. Açık bölümün kıble cephesinde her biri avluya dik beşik tonoz ile örtülü ve üç tanesi dışında diğerleri birer kapı ile avluya açılan dikdörtgen mekanlar sıralanmaktadır Kapalı kısım, giriş yönünde uzanan tonoz örtülü bir orta sahın ile buna dik olarak örülmüş tonozlarla örtülü dokuz adet enine sahından meydana gelmektedir. Bu sahınlardan ortadaki diğerlerinden daha geniş olup, orta sahınla kesiştiği yerde ışıklık yer almaktadır.
Kesme taş malzemeyle, yığma duvar tekniğinde inşa edilen yapının mermer giriş portali, cephe köşelerinde yükselen iki kule arasında, oldukça ihtişamlı görülmektedir. Portal dört bordürden oluşmaktadır. İlk çerçeve çeşitli şekiller yapan kırık hatlardandır. İkinci ince çerçeve, uzun kenara paralel rastlayan her dirseğin bir yuvarlak ilmik atıp devam etmesidir. Üçüncü olarak bir kaval silme bulunur ki üzeri zigzaglarla enine yivlenmiştir. Dördüncü çerçevede ise dalgalı ince yivlerden meydana gelen bir zemin üzerinde palmetlerin oluşturduğu bir friz vardır. En geniş çerçevede 10-12-16 kollu yıldızlar yer almaktadır. İç yan nişler birer portal mahiyetindedir. Kemer çift renkli taşlardan ve yuvarlaktır. Yuvarlak kemerin üstünde iki renkli taşlardan Suriye düğümü yer alır. İç portal denilen iç avludan kapalı kısma açılan ikinci bir portalde, çerçeve dört bordürden ibarettir. Bunların ikisi, esas geniş tezyinat şeridini iki yanından takip etmektedir. En dışta iri bir geçmeden sonra, zigzag silmelerin daha zengin bir şekli gelmektedir Avlunun ortasında dört kemer üstündeki köşk mescitte, dört kemeri takip eden tezyini şeritler ve cephelerin çevresini dolaşan çerçeveler görülmektedir.

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Ak Han

Aksaray’la Sultanhanı arasında Aksaray-Konya şosesinin, Konya’ya giderken solundadır. Yapı şu an mevcut olmadığından bilgi edinilememektedir.
Dönemin diğer yapılarına uygun olarak kesme taş malzemeyle, yığma duvar tekniği kullanılarak inşa edilmiş olmalıdır.
Yapı bugün Ak Han adı ile anılmakta ise de, eski kaynaklarda bu isimle bir kervansaraydan bahsedilmemektedir. Buna karşılık kaynaklarda Kılıçarslan Hanı veya Kılıçarslan Ribatı adına rastlanmaktadır. Bu durumda kervansarayın II. Kılıçarslan’ın hükümdarlık yıllarına rastlayan M.S 1156-1192 tarihleri arasında yapıldığı düşünülebilir.
Yapının kitabesi kaybolmuştur. Bugün kervansaraydan 4 -4,5 m. yüksekliğinde, üzerinde tek bir kesme taş hariç, bütün kesme taş kaplamaları sökülmüş bir duvar parçası kalmıştır.
Han son yıllarda yakın köylerin taş ocağı haline gelmiştir. Taşların bir kısmı okul yaptırma bahanesiyle Amarat Köyü’ne nakledilmiştir. Köy ağasının kendine de bir ev yaptırdığı bilinmektedir. Bir kısmı da Cumhuriyet devrinde önünden geçen yolun kaldırımlarında kullanılmıştır. Hanın yeri tarla haline getirilmiştir. Binanın yığma sütununun haricindeki geri kalan kısımlar yıkılmıştır. Buna rağmen bazı kısımlarda duvar parçalarının izleri görülmektedir

11 Ağustos 2016 Perşembe

Ağzıkarahan



Aksaray-Nevşehir karayolunun 15.km.’sindedir.  Kervansaray açık ve kapalı kısımları ve açık kısmın ortasında bulunan köşk mescidi ile “Sultan Han” tipindedir.
Eski kaynaklarda Hoca Mes’ud Ribatı olarak geçen kervansarayın bugün kullanılan Ağzıkara Han adı, oldukça yenidir ve adını yakınındaki köyden almaktadır. Yapıya özel yuvaları içinde bulunan, iki kitabesinde belirtildiği üzere H.628-M.1231 ile H.637-M.1239-40 yılları arasında Selçuklu sultanları I.Alaaddin Keykubat (M.1219-1236) ile oğlu II.Gıyaseddin Keyhüsrev (M.1236-1246)’in hükümdarlık günlerinde inşa edilmiştir.
Giriş kapısı, kervansarayın ekseni ve kapalı kısım girişi ile aynı doğrultuda değildir. Yapının köşelerinde ve taç kapının olduğu güney-batı duvarı hariç, diğer kenarlarında 14 adet ağırlık kulesi şeklinde payandalar bulunmaktadır.
Taç kapının eyvanı kuzey-doğu duvarında bulunan eyvanın karşısına isabet etmektedir. Avlunun güney-batı duvarının taç kapıdan sonraki kısmında ise avlu yönleri açık tonoz ile örtülü üç küçük mekan ve bunların arkasına rastlayan yine tonoz ile örtülü bir diğer mekan bulunmaktadır. Kapıdan hanın yolcularının konaklayacakları ve eşyasını muhafaza edeceği odaların,ve revakların bulunduğu yere girilmektedir. Yolcuların abdest alacakları abdestlik sağ kısmın sonundadır.
Kapalı kısımda giriş istikametinde tonoz ile örtülü orta sahın, yanlarda ise buna dik beşik tonoz ile örtülü enine 6 sahın bulunmaktadır. Ortasında aydınlık açıklığı yer almaktadır. Birbirine kemerlerle bağlı dört ayak üzerine oturan köşk mescit, avlunun ortasındadır. Mescidin kapısı kuzey-batı yönünde olup, buraya iki yandan merdivenlerle çıkılmaktadır. Merdivenlerin altı mukarnaslıdır.
Kesme taştan inşa edilmiş yapının tezyinatı, güney-batı duvarındaki ana taç kapı ile avludan kapalı kısma girilen taç kapı üzerinde toplanmıştır. Dış portal, iç portal ve mescit tezyinatları ile ayrıntılı bir düzenleme gösterir. Ancak burada iç portalle dış portalin aynı eksen üzerinde bulunmaması tezyini birliği dağıtmış gibi görünmektedir.
Dış portalde 4 çerçeve görülmektedir. En geniş çerçevede 9-10-12 kollu yıldızlar bulunmaktadır. Yarım kubbecik 9 sıra mukarnaslıdır. Kuvvetli bir gölge-ışık tesiri oluşturulmuştur. Kemer üzerinde kitabe bulunmaktadır. İç portalde 3 sıra bordür görülür. Esas bordürde 10 kollu yıldızlar yer almaktadır. Ortalarında rozetler bulunur.
Avlunun ortasında Sultan Han’ınkine benzeyen bir köşk mescit vardır. Çok iyi durumdadır, fakat tezyinatı çok azdır. Han, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1967’de tamir edilmeye çalışılmış ancak yarım bırakılmıştır. Yapı bütünüyle ayaktadır.